zlZ9ip. Teslimiyet Yüce Allah'ın takdirine boyun eğmek, itirazsız kabul etmek ve teslim Allaha teslim olmak ne anlama gelir?2 Allah’ın dinine teslim olan kişi kimdir?3 Birine teslim olmak ne demek?4 Teslimiyet ve Tevekkül nedir?5 Kendini Allah’a veren kişiye ne denir?6 Islamda teslimiyet kaç şekilde olur?7 Islam dini hangi coğrafyalara yayılmıştır?8 Islam dini kaç yaşında?Allaha teslim olmak ne anlama gelir?İslâm Teslim olmak, Allah'a sığınıp korunmaktır. Kurtuluşa ermek, nizama uyup cezadan ve sıkıntıdan kurtulmaktır. Nizamın kurallarını uygulayarak, mükâfatını kazanmaktır.» İman-İslâm İman gönülden bir bağlanış, İslâm ise teslimiyet, itaat etmek, boyun eğmek dinine teslim olan kişi kimdir?Takipçilerine, "iman etmiş" veya "inanan" anlamlarına gelen mümin veya "Allah'a teslimiyet gösteren" anlamına gelen Müslüman teslim olmak ne demek?insanın sevdiği insana tüm benliği ile kendini adaması ve sonsuz güven bağı ile bağlanması ve Tevekkül nedir?Tevekkül teslimiyet ne demek? Bir kişinin herhangi bir olay karşısında elinden geleni yapması ile birlikte Allah'a kayıtsız ve koşulsuz bir biçimde teslim olmasına ve kendi kaderine razı olmasına tevekkül ismi Allah’a veren kişiye ne denir?Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak "bir kimsenin kendini Allah'a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah'ı kefil bilip sadece O'na güvenmesi" şeklinde tanımlanır. Tevekkül kalbin tam olarak vekile itimat etmesidir…Islamda teslimiyet kaç şekilde olur?Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da dini hangi coğrafyalara yayılmıştır?İslam dini, Ortadoğu, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika coğrafyalarına dini kaç yaşında?İslâm dini Hz. Muhammed aleyhisselâm tarafından milâdi 610 yılında tebliğe başlandığına göre Türklerin İslâm dini ile tanışması ve onu benimsemesi arasında neredeyse 350-400 yıl var demektir. Lâkin ilk Türk'ün İslâm'a girişi ile Peygamberimizin İslâm'ı tebliğ ettiği yıl, aynı, yani milâdi 610'dur. Hac, prog­ra­mı iti­bâ­riy­le, in­sa­nı kal­bî has­sâ­si­yet­le­re yön­len­di­rir. Nitekim Beytullâh, İbrâhim -aleyhisselâm- ve âilesinin tevekkül ve teslîmiyet hâtıraları ile dolu bir teslîmiyet ve hac kelîmeleri zikredilince, hatıra İbrâhim -aleyhisselâm- ve İsmâil -aleyhisselâm- gelir. Bu bakımdan pek çok rüknü itibâriyle hac, onların ihlâsları bereketiyle kıyâmete kadar tekrarlanacak bir amel-i sâlihtir. TEVEKKÜL VE TESLÎMİYET Tevekkül, lügatte “dayanma, güvenme, vekîl tutma ve vekîle güvenme” mânâlarına gelir. Tasavvufta ise, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin yalnız O’na güvenmesi ve O’na sığınmasıdır. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a elindeki asâyı sormuş, sonra; “At onu elinden!” diye emretmiştir. Çünkü asâ, O’nun Rabbine olan tevekkülünü gölgelemekteydi. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur “…İnananlar ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” İbrâhîm, 11; et-Tevbe, 51 “…Şâyet mü’minler iseniz, sadece Allâh’a tevekkül edin!” el-Mâide, 23 “…Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allâh ona yeter!..” et-Talâk, 3 Hadîs-i şerîfte de “Eğer siz hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç olarak çıkıp, akşamleyin tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklanırsınız!” Tirmizî, Zühd, 33 buyrulmaktadır. MÜ'MİNLERİN HER İKİ CİHANDA DA YARDIMCISI ALLAH'TIR Tevekkül; tedbir ve teşebbüsleri bir kenara atmak değil, bilâkis onların gereğini yerine getirdikten sonra Allâh’a sığınmaktır. Allâh Teâlâ buyurur “…Herhangi bir iş husûsunda önce onlara mü’minlere danış! İstişâreden sonra karar verip azmedince de artık Allâh’a tevekkül et!..” Âl-i İmrân, 159 Mü’minlerin her iki cihanda da yardımcısı Allâh’tır. Kim O’na tevekkül ederse, Allâh ona kâfîdir. İster ferdî, isterse ictimâî plânda olsun, gerçek huzur ve saâdet, yalnızca O’na dönmekte, O’ndan yardım istemekte, O’na tevekkül etmektedir. TESLİMİYET NEDİR, NASIL OLMALIDIR? Teslîmiyet; سَلِمَ fiilinden gelir. Boyun eğmek, başa gelen hâdiseleri îtirazsız kabûllenmek ve selâmete çıkmaktır. Nitekim İbrâhim -aleyhisselâm-’ın kalbinde Allâh’tan başka hiçbir şeye yer yoktu. Bu yüzden de Cenâb-ı Hak onu kendisine Halîl, yâni dost edinmişti. Melekler “–Yâ Rabbî! İbrâhim’in canı, evlâdı ve malı var! Nasıl sana Halîl olabilir?!.” demişlerdi. Allâh Teâlâ da, üç yerde O’nun îtirazsız teslîmiyetini meleklere göstermişti. Bu imtihanlar ve neticeleri, kıyâmete kadar ümmete misâl olacaktır. HAZRET-İ İBRAHİM'İN TESLİMİYETİ İbrâhim -aleyhisselâm-, ateşe atılacağı zaman melekler yardımına gelmişti. Ancak O “–Size ihtiyâcım yok!.. Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir?” demiş ve Allâh ne güzel vekîldir!» diyerek Rabbine sığınmıştı. O’nun bu teslîmiyetinin biri mükâfâtı olarak ateşe “–Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” el-Enbiyâ, 69 buyrulmuştu. İbrâhim -aleyhisselâm-’ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’ı üç defa zikretmesi neticesinde, nazarında ehemmiyetsiz bir hâle gelmiş ve ona “–Al bunların hepsini götür!” demişti. Yine İbrâhim -aleyhisselâm-, evlâdı İsmâil’i kurban etmekle imtihan edilmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın emrine gösterdiği teslîmiyet ile bu imtihanı da yüzünün akıyla geçebilmişti. GERÇEK KULLUK, TESLİMİYETTİR İşte gerçek kulluk, teslîmiyettir. Çünkü Allâh -celle celâlühû-, kulunun kendisinden başkasına râm olmasını istemez. Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itaat işidir. Bu itaat ve teslîmiyet bereketiyle İbrâhim -aleyhisselâm-’a, canı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Hac ibâdeti de, O’nun Rabbine tevekkül ve teslîmiyetinin kıyâmete kadar devâm edecek en güzel bir sembolü oldu. Çünkü İbrâhim -aleyhisselâm-’ın dili kalbine tercümanlık yaparak dâimâ “…Ben âlemlerin Rabbine teslîm oldum!” el-Bakara, 131 demekteydi. Hazret-i İbrâhim ve Hazret-i İsmâil -aleyhimesselâm-’ın tevekkül ve teslîmiyetlerinin sembolü olan hac, beşerî sıfatlardan soyunup bir mağfiret iklîmine; teslîmiyet ve tevekküle giriştir. Hac, muhabbet dolu bir kulluğun îfâsıdır. GÜNAHLAR ANCAK TEVEKKÜL VE TESLİMİYET İLE DÖKÜLÜR İşte hac ibâdeti de bize gösteriyor ki, günahların dökülüşü, ancak yalvarış, tevekkül ve teslîmiyet dolu bir kalbî kıvâm ile yapılan ibâdetler bereketiyle gerçekleşir. Diğer taraftan hac ve umre maksadıyla yola çıkanlar, tevekkül ve teslîmiyet husûsunu doğru anlamalı, maddî ve mânevî yol hazırlıklarını iyi yapmalıdırlar. Zîrâ Yemen halkından bazı kimselerin hacca giderken kuru kuruya “Biz Allâh’a tevekkül ediyoruz!” diyerek hazırlıksız yola çıkmaları ve Mekke’ye vardıklarında da açlıktan dilenmeleri üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur “…Kendinize azık edinin! Şüphe yok ki azığın en hayırlısı takvâdır…” el-Bakara, 197 Âyet-i kerîmeden de anlaşıldığına göre o mübârek topraklarda hem zâhirî azık, hem de ondan daha mühim olarak mânevî azık ihtiyacı hâsıl olmaktadır. Bu da, elbette ki “takvâ”ya ermiş bir kalb-i selîm ile mümkündür. Zîrâ Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın en tabiî neticelerinden biri, takvâ tezâhürleriyle dolu engin bir gönle sâhip olmaktır. Kaynak Osman Nûri Topbaş, Hacc-ı Mebrur ve Umre, Erkam Yayınları İslam ve İhsan Bismillahirrahmanirrahim İman ettiğini iddia edenlerden, üstelik Kitabın bilgisine de sahip oldukları halde, o bilgiye uygun bir hayatı yaşamayanların, yani uygulamada Allah’a teslim olmayanların, hayatı vahye şahidlik yapmayanların, sonuç olarak bilginin ahlâkını kuşanmayanların Müslim olmadıkları hakikati akıldan çıkarılmamalıdır. Bireysel bazı şeklî ibadetleri yerine getirmek söz konusu olduğunda Allah’a ibadet/itaat ederken veya bazı hayat alanlarında Kitabın bazı ayetlerini uygularken, birçok hayat alanlarında da Kur’an’ın diğer hükümlerini uygulamaktan uzak durup hevasının isteklerine ya da tağutların hükümlerine itaat etmekte bir sakınca görmeyenlerin, aslında Kitaba iman etmiş olmadıkları acı gerçeği birçok ayette ifade edilmektedir. Bir daha altını çizelim ki, Rabbimiz söz/kâl ile ifade edilen imanı yeterli bulmamakta, mutlaka yaşantıyla, ahlâk ve davranışlarla, yani hâl ile bu imanın ispatını istemektedir. Kur’an, insanların çoğunun, sözle iman ettiklerini söylemelerine rağmen hâl ile inkâr ettiklerini bildirmektedir. İMAN ETTİĞİNİ SÖYLEMEK YETMEZ, İMANIN İMTİHANINI VERMEK GEREKİR Rabbimiz Mülk Suresi 2. âyette şöyle buyurmaktadır “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”. Demek ki, hayat ve ölüm hangimiz daha güzel ameller yapacağız diye imtihan olmamız için yaratılmış olup bir insan ben “iman ettim” ya da “müslümanım”demekle kurtulamaz. Mutlaka yaşadığı hayat ve yaptığı ameller konusunda tâbi tutulduğu dünya imtihanında başarılı olmak zorundadır. Bu sebeple Rabbimiz Ankebut Suresi 2. âyette;“İnsanlar, iman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” uyarısını yapmaktadır. Kur’an’da onlarca ayette, hüsrana sürüklenmemek, hidayete ve kurtuluşa erebilmek, cennete müstahak olabilmek, büyük ecir ve mükâfat elde edebilmek için şart olarak “iman edip salih amel işlemek”gerektiği beyan edilmektedir. Asr, 103/1-3, İnşikak, 94/25, Şuara, 26/227, Bakara, 2/25, Yunus, 10/9. İman edip salih amel işleyenlere Rableri katında mükâfat vaat edilmekte, onlar için korku olmadığı ve mahzun da olmayacakları beyan edilmektedir. Bakara, 2/277, Sebe, 34/37, Bakara, 2/62, Maide, 5/69. “Sâlih amel işleyenler” ifadesi, sadece namaz ve zekât gibi dinin erkânından olan amellere ait olmayıp; usûl, füru, farz, nâfile, ibâdet, muamelat, birr, mâ’ruf, sabır ve takva gibi Allah rızasına muvafık ve salâha hizmet eden, hayra yarayan bütün faydalı amelleri içerisine almaktadır. Sadece iman ettim diyenlerin kurtuluşa ereceğine dair bir tek ayet yoktur. İman ve salih amelin hep ard arda zikredilmesi, salih amel olmaksızın sadece iman ettik demekle kurtuluşun mümkün olmaması sebebiyledir. İman olmadan yapılan amel salih amel olmaz. Bu kişilerin yaptıkları zahiren hayırlı ve olumlu ameller bile boşa gider. Bu tür ameller, yalanlayanlara ancak dünyada ve insanlar nezdinde bir olumlu görüntü ve itibar sağlasa da, Allah nezdinde hiçbir karşılığı olmaz. Kur’an’da inkârcıların, yalanlayanların amellerinin boşa çıktığı haber verilmektedir. Âraf, 7/147, Hud, 11/16, İbrahim, 14/18, Zümer, 39/65. Salih amel olmadan da, başta teorik olarak kalpte oluşan iman uzun süre yaşayamaz. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı yaşantıyla günahın kendisini kuşattığı kişi imanını kaybeder. İman iddiası, yaşanan hayat ve salih amellerle ispat edilmedikçe bir iddiadan öte geçemez. İnsanlar imtihan alanı olan dünyada, daha çok şu iki sebeple imanlarının gereği olan hayatı yaşamaktan, imanın ispatı mahiyetinde salih ameller işlemekten taviz verirler ve imtihanı kaybederler bunlar korku ve çıkardır. Rabbimiz Bakara Suresi 155. âyetinde imtihan olacağımız bu konular hakkında şu bilgiyi vermektedir “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”Rabbimiz Ankebut Suresi 10. ayette de şöyle buyurmaktadır “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’a iman ettik’ derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutar…”. İşte dünya imtihan alanında birçok insan egemen tağutların, zalimlerin zulmünden korkarak onların hayat tarzlarına uyum sağlarlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan uzaklaşırlar. Hâlbuki Allah da, böyle bâtıl bir tercih yapmaları ve vahye aykırı bir hayat yaşamaları hâlinde azab edeceğini bildirmektedir. İnsanların eziyetiyle Allah’ın azabını bir tutup insanların yapacakları eziyetlerden korkarak taviz vermek, Allah’ın azabından değil de insanların eziyetinden korkmak anlamına gelir ki, bu hâl iman mantığıyla bağdaşmaz. Maide Suresi 44. ayette de insanların aynı iki sebeple yani korku ya da çıkar sebebiyle Allah’ın hükmüyle hükmetmekten uzaklaşacakları bildirilmektedir “… Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin/satmayın. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” Bu âyette, kitabın muhafazası ve şahidliği sorumluluğu olan hükmetme mevkiindeki mü’min/müslim kişilerin, bu görevleri sırasında kalplerinde Allah’ın hükmüyle hükmetmek gerektiğine imanlarını korudukları halde, korku ya da çıkar sebebiyle “Allah’ın hükmüyle hükmetmemek”şeklinde ortaya koydukları bâtıl amelleri onların imanlarını yok etmekte ve küfre girmelerine sebep olmaktadır. Haşir Suresi 18. âyette ise Rabbimiz şöyle buyurmuştur “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ittekullah ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının vettekullah. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Görüldüğü üzere, Allah’ın azabından korkup sakının ve Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanın anlamına gelen iki “ittekullah” ifadesi arasında “her nefis yarın/ahiret için önceden ne hazırladığına, ne gönderdiğine baksın” deniliyor. Yani “hangimizin daha güzel ameller yapacağımız konusunda imtihan olduğumuz kısacık dünya hayatında, Allah’ın azabından korkup sakınarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanmak suretiyle yarın/ahiret için ne gönderdiğimizi sürekli sorgulamamız ve sürekli böyle bir hazırlık içinde olmamız hatırlatılıyor. Ayetin sonunda ise, yine yaptığımız ve yapacağımız amellerimize ve yaşadığımız hayat tarzına vurgu yapılarak, “Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Bakın imanınızdan haberdardır denmiyor, “yaptıklarınızdan haberdardır”deniliyor. Çünkü lafzen iman ettiğinizi söylemeniz yetmez, bu imanınızı imtihan alanında amellerinizle, yaşantınızla ispat etmeniz gerekiyor. Aynı Surenin bir sonraki 19. âyetinde ise, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.”buyruluyor. İman iddiasına rağmen hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hükümleri sürekli biçimde hayat dışına itilip hevaya ya da tağutlara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek”, “Allah’ı unutmak”, “hesabı ve ahireti”ciddiye almamak demektir. İşte âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unutturacağı bildirildikten sonra, bunların müslim değil “fasık kimseler” olduğu ifade ediliyor. Rabbimiz Muhammed Suresi 7. âyette; “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a Allah’ın dinine yardım ederseniz emrini tutar, dinini uygularsanız O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz sabit kılar.” buyurmaktadır. Yani “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun” emrinin gereğini yerine getirip Allah’ı razı edecek bir istikameti koruyabilmek ve Rabbimizin ayaklarımızı sırat-ı müstakim üzere sabit kılması için bizim O’nun dinine yardımcı olmamız, emir ve yasaklarına uyarak takvayı kuşanmamız gerektiği beyan edilmektedir. Bunun için iman etmek yetmemekte, imandan sonra O’nun dininin yardımcıları konumunda İslam’ı yaşamak ve bu uğurda mücadele etmek gerekmektedir. İşte bu sebeple, İsa as havarilerine Allah yolunda yardımcılarım kim diye sorduğunda; “Havariler, Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslimleriz/müslümanlarız’ dediler.” Âl-i İmran, 3/52. Görüldüğü üzere ancak Allah’a iman ettikten sonra Allah yolunun yardımcıları olmak için güçleri yettiğince çaba gösterenler “müslimler/müslümanlar” olma şerefine hak kazanmaktadırlar. İNSANLARIN ÇOĞU SÖZLE DEĞİL HÂL İLE İNKÂR EDERLER İnsanlar dünyada, çoğunlukla bir şeyi yapmak ya da yapmamak suretiyle ortaya konan ve süreklilik arz ederek kanıksanan yanlış/bâtıl tercihlerle, vahye aykırı tutum ve davranışlarla, yani tercih edilen hayat tarzıyla, hayatı Kur’an’a uygun yaşamamakla din hesap/ceza gününü/ahireti yalanlarlar/inkâr ederler. Kur’an’da yer alan birçok ayetten anlaşıldığına göre, insanı kurtuluşa ulaştıracak olan, “iman edip salih amel işleyenlerden” olmaktır. Bir kişi, sözle iman ettiğini söyleyip kalbi ile tasdik etmiş bile olsa, eğer daha sonraki hayatında iman ettiği değerleri hayata taşıma gayreti içine girmiyor, iman ettiği Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hayatını sadece Allah’a tahsis edip ibadet kılma çabası göstermiyorsa, başlangıçta oluşan teorik imanın yaşaması mümkün değildir. Bu sebeple Rabbimizin katında makbul olan iman, sözle/kâl ile ifade edilen değil hâl ve fiiliyat ile ispat edilen imandır. Müslümanım diyenlerin çoğunluğunda yaşanan acı bir gerçek olan, hayata yansımayan ve hayata yön vermeyen iman iddiası boş bir iddiadır. İmanın; sözle ifade edileni değil, hâl ile ispat edileni Allah katında makbuldür. Aynı şekilde, davetçinin, hayatında yaşamadığı bilgileri konuşma anlamında sözle yaptığı tebliğ tesirli ve makbul değil, söylediğini önce kendisi yaşayan davetçinin hâl ile yaptığı tebliğ tesirli ve Allah katında makbul olandır. İşte hâl ile iman ve hâl ile tebliğ söz konusu olduğu gibi, hâl ile inkâr da söz konusu olup, insanların çoğunluğu sözle değil de hâl ile inkâr ederler. İnsanların çoğunun sözle iman ettiklerini ya da müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, hâl ile yalanlamalarına/inkâr etmelerine dikkat çeken ayetlerden bazı örnekler verelim İnfitar Suresi 82/9-12 âyetlerde şöyle buyrulmaktadır 9- “Hayır hayır, siz dini hesabı ve cezayı yalanlıyorsunuz.” 10- “Oysa üzerinizde koruyucular var.” 11- “Değerli yazıcılar” 12- “Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler.” Görüldüğü üzere bu ayetlerde dini ve hesabı yalanlayanlara hitaben, “oysa üzerlerinde koruyucu ve yazıcı meleklerin olduğu ve bütün yaptıklarını bildikleri, kayda geçtikleri”haber verilmesi ve onların imanlarına değil de yaptıkları amellere vurgu yapılması suretiyle insanların yaşantılarıyla, amelleriyle dini, hesabı yalanladıklarına dikkat çekilmiş oluyor. Nitekim, Fatır Suresi 37. âyette açık biçimde haber verildiği üzere, cehennemdekiler fayda etmez bir pişmanlıkla geri dönmek isterler ve Rabbimize “bizi geri döndür de iman edenlerden olalım” demezler, bizi buradan çıkar ve dünyaya döndür de salih amel işleyelim” derler. “Onlar cehennemde, Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim’ diye bağrışırlar.” Müddessir Suresi 74/40 – 47. âyetlerde ise; 40-42 “Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. 43 – Onlar şöyle derler “Biz namaz salat daha geniş manasıyla ibadet olarak alınabilir kılanlardan değildik.” 44 – “Yoksula yedirmezdik.” 45 – “Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.” 46 – Hesap ve “Ceza gününü de yalanlıyorduk.”, 47 – “Nihayet bize ölüm gelip çattı.”. Burada dikkat edilmesi gereken şudur Cehennemdekiler, burada bulunma sebeplerini sıralarken, “biz iman etmiyorduk” diye başlamamakta, hayattayken “ibadet yapmadıklarını, yoksulu doyurmadıklarını, bâtıla dalanlarla beraber daldıklarını”, yâni vahye uygun bir hayat yaşamadıklarını ifade ederek, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını sürekli ihlal eden bir dünya hayatı geçirdiklerine dair hususları sıralamakta ve sonunda böylece “ceza gününü de yalanlıyorduk”açıklamasını yapmaktadırlar. Yani cehennemde bulunma sebepleri, muhtemelen “iman ettik ya da müslümanız” dedikleri hâlde, bu imana uygun bir hayatı yaşamamış, vahye şahidlik yapan bir hayat sürmemiş olmalarıdır. Ceza gününü de, işte bu bâtıl hayat tarzlarıyla, vahye aykırı hâlleriyle yalanlamış olmaktadırlar. Maun Suresi ve 1-7. âyetlerde de aynı duruma örnek verilmekte ve bazı insanların, yetimi itip kakarak, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyerek, namazlarını ciddiye almayarak, namazdan gâfil davranarak, hayra mâni olarak “dini hesap ve ceza gününü yalanladıkları” bildirilmektedir 1- “Dini hesap ve ceza gününü yalanlayanı gördün mü? 2- İşte o, yetimi itip kakar; 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4-5- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar namazdan gafildirler. 6-7- Onlar gösteriş yapanlardır; yardıma, hayra da mâni olurlar”.Hâlbuki bunlar, ahirete, hesap ve ceza gününe samimiyetle/yakîn olarak iman etmiş olsalardı, bunları yapmaktan uzak duracaklardı. Allah’a teslim olarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket edeceklerdi. Nitekim Mutaffifin Suresinde 10-12. âyetlerde de bu husus daha açık biçimde ifade edilerek, “hesap ve ceza gününü ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimselerin yalanlayacakları”bildirilmektedir 10,11- “O gün yalanlayanların; hesap ve ceza gününü yalanlayanların vay hâline! 12 – Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar”. Görüldüğü üzere, kâfirler/inkârcılar, “kâfir olduklarını, inkâr ettiklerini söyleyenlerdir ya da iman etmediğini sözle ifade edenlerdir” denmiyor. Hesap ve ceza gününü, ahireti inkâr edenlerin “Allah’ın hükümlerini çiğneyenler, günaha dalan kimseler” olduğu bildiriliyor. Bütün bu ayetlerde ve Kur’an’da yer alan daha fazlasında ifade edildiği üzere, insanlar çoğunlukla, Allah’ın hükümlerine uymayan amelleriyle ve günahlar tarafından kuşatılmış yaşantılarıyla yâni hâl ile inkâr etmektedirler. Allah c müslümanım diyen herkese, hâl ile inkâr etmek konumuna düşmekten korunmayı ve kendisine tam bir teslimiyetle bağlanmak suretiyle Kur’anî anlamda “müslim/müslüman” olmayı nasip etsin. Rabbimiz hepimize, bireysel-toplumsal ve kamusal-özel tüm hayat alanlarını vahye göre düzenleyip bütün hayatı kendisine rükû, secde ve iman ettirenlerden, yani hâl ile iman edenlerden olmayı nasip etsin inşaAllah. Henüz Yorum Yok ! Diğer Yazıları 31-03-2022 ERDOĞAN'IN SÖYLEMLERİ FİLİSTİN'DEN, SOMUT POLİTİKALARI SİYONİST REJİMDEN YANADIR20-03-2022 “NORMALLEŞME” SÜRECİNE, İŞGAL ŞEFİ HERZOG’U DAVET EDEN TÜRKİYE DE KATILDI05-01-2022 ÖMRÜMÜZDEN BİR YIL DAHA AZALDI, GELİN HÂLİMİZİ SORGULAYALIM20-10-2021 ERDOĞAN VE ERBAŞ’IN, İSLAM’I ARAÇSALLAŞTIRMALARI KARŞISINDA MÜSLÜMANLARIN TUTUMU12-10-2021 İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE -III-06-10-2021 İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE -II-30-09-2021 İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE -I-08-03-2021 PAPA’NIN IRAK ZİYARETİ; DESTEKLEDİKLERİ “HAÇLI SEFERİ”NİN YIKIMINI YERİNDE GÖRMEK Mİ, YOKSA MÜSLÜMANLARA YENİ TUZAKLAR KURMAK MI?12-02-2021 NEDEN, HAK ÖLÇÜLERLE UYARAN MÜ’MİNLERİ DIŞLAYIP İMANINA ZULÜM BULAŞTIRANLARI “VELİ” EDİNDİK?25-01-2021 NEDEN, GRUPLARIMIZI İSTİKAMET ÜZERE KORUYAMADIK?16-01-2021 NEDEN, BİRBİRİMİZİ ISLAH ETMEKTE BAŞARISIZ OLDUK?06-01-2021 NEDEN 40 YILDA, MEKKE’DEKİ GİBİ BİR CEMAAT BİLE OLUŞTURAMADIK? 01-01-2021 HÂL RABBİMİZE SIĞINIP TEVBE ETMEYECEK MİYİZ? -II-23-12-2020 HÂL RABBİMİZE SIĞINIP TEVBE ETMEYECEK MİYİZ? -I-17-12-2020 AF İÇİN, ÖLMEDEN ÖNCE TEVBE EDİP SÂLİH AMEL İŞLEMEK ZORUNLULUĞU09-12-2020 HAYAT VE ÖLÜM ÜZERİNE09-11-2020 BUGÜN YİNE 10 KASIM. MÜSLÜMANLARIN ÇOCUKLARI YİNE KEMALİZM DİNİNİN RİTÜLELLERİNE KATILMAYA ZORLANACAK31-10-2020 KEMALİST, LAİK, ULUS DEVLETİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ MÜSLÜMANLAR İÇİN NE İFADE EDİYOR? 13-09-2020 12 EYLÜL’ÜN YIL DÖNÜMÜNDE DANIŞMA MECLİSİNDE YAŞADIKLARIM ŞİİR19-05-2020 RAMAZAN’IN VE KADİR GECESİNİN YÜCELTİLİŞİ, KUR’AN’IN İHMAL EDİLİŞİ02-04-2020 ALLAH KULLARINI ZORLUKLA DA RAHATLIKLA DA İMTİHAN EDER...22-01-2020 İNZAL EDİLMİŞ ADIMIZI, ÜRETİLMİŞ “İSLÂMCI” KAVRAMI İLE DEĞİŞTİRMEK SAPMALARA KAYNAKLIK ETMİŞTİR11-09-2019 HZ. HÜSEYİN’İN KERBELÂ’DA ŞEHİD EDİLMESİNİN YIL DÖNÜMÜNDE...15-07-2019 DARBECİLİĞİN PATENTİ ATATÜRKÇÜ, LAİK, ULUSALCI SUBAYLARA AİTTİR31-03-2019 ALLAH’IN ADINI YA DA DİNİNİ İSTİSMAR EDEREK İNSANLARI ALLAH İLE ALDATMA’DA ÜÇ KATEGORİ23-03-2019 ŞEYTAN VE DOSTLARININ EN ETKİLİ VE YAYGIN KANDIRMA BİÇİMİ ALLAH İLE ALDATMA’17-03-2019 ŞEYTANIN, SIRÂT-I MÜSTAKÎM ÜZERİNE OTURUP DÖRT YÖNDEN YAKLAŞARAK İNSANLARI SAPTIRMASI09-03-2019 'YENİ 28 ŞUBAT'A RAĞMEN ALLAH YOLUNDA SABIRLA YÜRÜMELİ VE ASLA KORKUP SİNMEMELİYİZ02-03-2019 “ESKİ 28 ŞUBAT”IN 22. YIL DÖNÜMÜNDE “YENİ 28 ŞUBAT”IN 3. YILI YAŞANIYOR28-02-2019 ŞEYTANLAR, SADECE AZGINLARI SAPTIRIRLAR, ALLAH’IN İHLÂSLI KULLARINI...17-02-2019 ŞEYTAN VE İNSAN İLİŞKİSİNDE ÜÇ KATEGORİ 09-02-2019 ŞEYTANIN VELİSİ VE HİZBİ OLMAKTAN DA, SAPTIRMASINDAN DA ALLAH'A SIĞINMALIYIZ!02-02-2019 İBLİS'İN ŞEYTANLAŞMASI VE İNSANLARI SAPTIRMASINA DAİR SERÜVENİ27-01-2019 ALLAH, KULLARINI DARLIK VE ZORLUKLARLA DA, BOLLUK VE RAHATLIKLA DA İMTİHAN EDER21-01-2019 SADECE ALLAH’A KULLUKLA MÜKELLEF OLAN MÜ’MİN, ŞEYTANIN OYUN VE TUZAKLARINDAN KORUNMALIDIR13-01-2019 İNANDIĞI GİBİ YAŞAMAYANLAR YAŞADIĞI GİBİ İNANMAYA BAŞLAR04-01-2019 ÖMRÜMÜZDEN BİR YIL DAHA AZALDI, GELİN HÂLİMİZİ SORGULAYALIM!25-12-2018 “YENİ 28 ŞUBAT”A VE YAYGIN SEKÜLERLEŞMEYE, BÜYÜK YOZLAŞMAYA KARŞI İTTİFAK OLUŞTURMALIYIZ05-12-2018 İMAN ETTİKTEN SONRA, GÜNAHIN KUŞATMASINDAN VE İMANA ŞİRK BULAŞTIRMAKTAN KORUNMAK21-11-2018 MÜSLÜMANLARIN BÂTIL OLANA BENZEMESİ, HANGİ SÜREÇLERDE VE NASIL GERÇEKLEŞMEKTEDİR?13-11-2018 VAHİYLE YÖNLENDİRİLEN RASÛLÜN MÜCADELE SÜNNETİNİ...04-11-2018 KUR’AN VE SÜNNETE DAYALI SAHİH İSLAM ANLAYIŞINI, HER ŞARTTA TAVİZ VERMEDEN SÜRDÜRMEK İMANÎ SORUMLULUKTUR28-10-2018 MÜ’MİNLERİN, AMELLER, HAYAT TARZI VE İTAAT ALANINDA BÂTIL OLANDAN AYRIŞMA SORUMLULUĞU VARDIR21-10-2018 ALLAH’IN RAHMETİNE VE KURTULUŞA, ANCAK KUR’AN’A UYGUN YAŞAYIP TAKVAYI KUŞANANLAR ULAŞABİLİR14-10-2018 KUR’AN’IN TAMAMINI HAYATIN TAMAMINA HAKİM KILMA ÇABASI GÖSTERMEK, ONA İMANIN TEMEL ŞARTIDIR07-10-2018 İMANINI İSPAT EDEN TUTARLI MÜ’MİNLER VE VAHYİN ŞAHİDİ “MÜSLİMLER” OLMAK – II-01-10-2018 İMANINI İSPAT EDEN TUTARLI MÜ’MİNLER VE VAHYİN ŞAHİDİ “MÜSLİMLER” OLMAK – I20-09-2018 ŞİİSİYLE SÜNNİSİYE BÜTÜN EKOLLER, BÜYÜK ORANDA TARİHSEL SÜREÇTE ÜRETİLENLERİ DİNLEŞTİRMİŞLERDİR15-09-2018 KUR'AN'DA MÜSLİM OLMANIN TEMEL ŞARTLARI -II-03-09-2018 KUR'AN'DA MÜSLİM OLMANIN TEMEL ŞARTLARI -I-25-08-2018 EY "MÜSLÜMAN"LAR! GELİN "MÜSLİM" OLALIM20-08-2018 KALPLER, ANCAK ALLAH’IN ZİKRİYLE KUR’AN’LA MUTMAİN OLUR06-08-2018 UMUTSUZLUK YOK, MÜCADELEYE DEVAM22-06-2018 TÜRKİYE ULUS DEVLETİNDE, ESKİ VE YENİ STATÜKOLARIN DİN ALGISI VE MÜSLÜMANLAR02-06-2018 SUUD VE İRAN ÖZELİNDE, ULUS DEVLETLER DÖNEMİNDEKİ STATÜKO DİNLERİ VE MÜSLÜMANLAR23-05-2018 SALTANAT DÖNEMİNDE OLUŞTURULAN STATÜKO DİNLERİ VE MÜSLÜMANLAR19-04-2018 TARİH BOYUNCA TEVHİD DİNİ'NİN KARŞISINA HEP "STATÜKONUN DİNİ" ÇIKARILMIŞTIR -II-11-04-2018 TARİH BOYUNCA TEVHİD DİNİ'NİN KARŞISINA HEP "STATÜKONUN DİNİ" ÇIKARILMIŞTIR -I-27-03-2018 ESARET ALTINDA PARÇALANMIŞ ZİHİNLER, ÖZGÜN VE BÜTÜNCÜL İSLAMİ DÜŞÜNCE ÜRETEMEZ01-09-2017 KUR'AN'DA ZİKREDİLEN ANA-BABAYA KARŞI SORUMLULUKLAR21-07-2017 DARBELERE KARŞI ÇIKMAK KADAR, NE ADINA KARŞI ÇIKILDIĞI DA ÖNEMSENMELİDİR10-04-2017 MAZLUM-DER GERÇEKTEN "FABRİKA AYARLARINA" DÖNÜYOR MU?04-03-2017 GÜNEŞİN DE, DEVLETİN DE DİNİ VARDIR09-08-2016 DARBECİLİĞİN PATENTİ ATATÜRKÇÜ, LAİK, ULUSALCI SUBAYLARA AİTTİR 07-06-2016 KUR'AN AYI RAMAZAN'DA HALİMİZİ KUR'AN'LA ISLAH ETMELİYİZ10-09-2015 TÜRKÇÜLÜK DE KÜRTÇÜLÜK DE ZULÜMDÜR, ADALET İSLAM'DADIR13-07-2015 FİLİSTİN, KUDÜS VE MESCİD-İ AKSA NASIL KURTULUR?04-07-2015 ÇİN ZULMÜNÜ PROTESTO VESİLESİYLE ÜMMETİN HALİ VE ÜMMETE ÇAĞRI11-06-2015 ÖNCÜ ŞAHSİYETLERİN, BATIL SİYASETE DESTEK ÇAĞRILARI VAHİMDİR02-06-2015 MISIR DARBESİ VE İDAM KARARLARI KARŞISINDA İSLAMİ DURUŞUMUZ -II-25-05-2015 MISIR DARBESİ VE İDAM KARARLARI KARŞISINDA İSLAMİ DURUŞUMUZ -I-25-04-2015 ERMENİ "SOYKIRIMI" YA DA "KATLİAMI"NIN FAİLİ MÜSLÜMANLAR DEĞİLDİ06-07-2014 ERTELENEMEZ ve TERK EDİLEMEZ SORUMLULUĞUMUZ26-12-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR - VIII11-11-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VII-30-10-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VI-23-10-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -V-16-10-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -IV-08-10-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -III-30-09-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -II-23-09-2013 ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -I-04-07-2013 KUR'AN AYI RAMAZAN'A GİRERKEN24-04-2013 KUR'AN'A DAVETİN YAYGINLAŞTIRILMASI GEREKEN BİR SÜREÇTEYİZ22-12-2012 ORTADOĞU VE SURİYE'DE YAŞANANLAR VE SORUMLULUKLARIMIZ19-09-2012 İSLAM'A YÖNELİK HAKARETLER, EMPERYALİST PROJELERİN PARÇASI VE SEKÜLER ZİHNİN ÜRÜNÜDÜR11-09-2012 ÇOCUK ZİHİNLERE YÖNELİK İDEOLOJİK İŞGAL SÜRÜYOR16-07-2012 ORTADOĞU VE SURİYE'DE YAŞANANLAR VE SORUMLULUKLARIMIZ13-05-2012 MODERN PUTPERESTLİK FUTBOL FANATİZMİ 03-03-2012 HAYAT; İMAN, İBADET, CİHAD ve ŞEHADETTİR -II-21-02-2012 HAYAT; İMAN, İBADET, CİHAD ve ŞEHADETTİR -I-20-01-2012 HRANT DİNK'İ KATLEDEN ZİHNİYET24-12-2011 ERMENİLERİ DE, MÜSLÜMAN HALKLARI DA KATLEDEN AYNI ZİHNİYETTİR28-11-2011 SİSTEM İÇİ GÜNDEMLERE ENDEKSLİ AŞIRI SİYASALLAŞMA, SAVRULMALARA YOL AÇMAKTADIR09-10-2011 MHP KURUCU GENEL BAŞKANLIĞINDAN İSLAMİ KİMLİĞE06-09-2011 İSLAM, ŞİDDETİ DEĞİL GÖNÜLLÜ TOPLUMSAL DEĞİŞİMİ ESAS ALIR16-08-2011 KUR'AN AYINDA HALİMİZİ KUR'AN'LA ISLAH ETMELİYİZ08-08-2011 RAMAZAN AYINI KUR'ANİ BİR İNKILABIN VESİLESİ KILMALIYIZ05-07-2011 KÜRT SORUNU NASIL OLUŞTU?05-06-2011 SİYASAL DEĞİŞİM SOSYAL DEĞİŞİMİN SONUCUDUR24-05-2011 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MESAJLAR12-04-2011 HAK YOLDA "MARJİNALLİK" ŞEREFTİR11-03-2011 HİCRETTEN 28 ŞUBAT ŞİİRLERİ -III-08-03-2011 HİCRETTEN 28 ŞUBAT ŞİİRLERİ -II-01-03-2011 HİCRETTEN 28 ŞUBAT ŞİİRLERİ -I-05-02-2011 MÜSLÜMAN HALKLARA...23-01-2011 Kürt Kemalistler, Kürt halkını sekülerleştiriyor06-12-2010 HİCRET, İMANİ VE İBÂDİ BİR SORUMLULUKTUR Akıl kaç çeşittir? Akl-ı meâş ve akl-ı meâd ne demektir? İslâm âlimlerinden “Hangi akıl?” diye soranlara akla verdiği kıymeti ele almadan evvel; “Hangi akıl?” diye sormak îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri Dîvan-ı Kebîr’inde “Sizin iki başınız vardır. Biri dünyaya âit top­raktan baş, öbürü ise göğe âit tertemiz baş.” buyurmuştur. AKIL 2 ÇEŞİTTİR Bunun gibi, İslâm âlimleri de iki tip akıldan söz ederler Akl-ı meâş Akl-ı meâd Akl-ı Meâş Dünyevî Geçim ve Menfaat Aklı İnsanın dünyevî menfaatlerini gözetmesini ve kendini maddî tehlikelerden korumasını, yani cismânî bakımdan hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan basit akıldır. Bu akıl, hayvanatta dahî bir miktar vardır. Yine bu akıl, dünyevî ilimlerdeki asırlarca birikmiş bilgiyi tahsil ederek, dünya hayatında insan için pek çok fayda sağlayabilir. Fakat bu akıl mahduttur ve çeşitli hatâ, noksanlık ve zaaflarla mâlûldür. Hakîkaten, aklın ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, noksanlık ve yanılma tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; enfüsî/sübjektif kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin, zamanla değişebilen fikirlerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin -az ya da çok, ama mutlaka- tesiri altında kalır. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan akıl, bilgiye ulaşmada hatâsız bir kaynak değildir. Nitekim aklın yanlış hüküm vermesine mânî olmak için, düşünmenin usûl ve prensiplerini belirlemek üzere “mantık” adıyla bir ilim dalı geliştirilmiştir. Fakat, bilinen gerçeklerden yola çıkarak bilinmeyenleri keşfetmek üzere akıl yürütmenin kâidelerini tespit eden bu ilmî disiplin de aklın zaaflarını bertaraf etmeye tam olarak kâfî gelmemiştir. Zira mantık ilmi, dayandığı temel gerçeklerin doğruluğu hususunda da yine pek çok zaafla mâlûl olan aklı kullanmaktadır. Bu sebeple ortada hâlâ aklî ve mantıkî olan, fakat doğru olmayan pek çok felsefî görüş ve beşerî sistem mevcuttur. “Mantığın ve akıl yürütmenin kifâyetsizliğine en mükemmel misal, sofist filozoflardır. Onlar doğru olan veya doğru olduğu zannedilen birtakım mukaddemeleri küllî önermeleri kullanarak adam aldatmak veya menfaat temin etmek yoluna giderler. İstidlâlin şeklî kâidelerine riâyet etmekle beraber, vâsıl oldukları netice, mugâlata ve safsatadır.”[1] Yani sofist felsefeciler bile, yaptıkları mantık oyunlarıyla aklın hakka ve hayra ulaşmada, doğruyla yanlışı ayırt etmede kâfî olmadığını ispat etmişlerdir. İslâm âlimleri de akıl ve mantığı kullanırlar. Fakat onların temel aldığı gerçekler; aslâ yanılmayan küllî akla, yani vahye dayandığından; dâimâ doğru olana, iyiye, güzele ve fazîlete ulaştırmaktadır. Bu sebeple vahyin rehberliğinden mahrum bir akıl ve mantık, eğriyi-doğruyu ayırt etmeye kâfî değildir. Ham bir nefsin hizmetine girmiş olan bir akıl, maddî ve dünyevî menfaatine uygun, fakat hakîkatte yanlış, çirkin ve gayr-i ahlâkî olan pek çok işi yaptırabilir. Hattâ bundan hiçbir suçluluk hissi duymaz, onu âdeta tatlı bir mûsikî gibi, gâyet tabiî olarak telâkkî eder. Ayrıca akıl, kimi zaman çıkmaza girerek kendini kilitleyebilen bir zaaf ile de mâlûldür. Nitekim aklın bu vasfını îzah sadedinde, Antik Yunan’da yaşanmış olan şu hâdise meşhurdur Bir genç, hukuk tahsil etmek için meşhur sofistlerden belâgat filozofu, safsatacı, demagog Protagorasʼa mürâcaat eder. Bunun için kararlaştırılan ücretin yarısı peşin ödenecek, diğer yarısı ise, talebe ilk aldığı dâvâyı kazandığı takdirde öde­necektir. Bunun mânâsı, talebe ilk dâvâyı kazandığı takdirde, tâlim ve tedrisi mükemmel ol­muş ve hoca ikinci takside hak kazanmış demek olacaktır. Lâkin tahsil nihâyete erdik­ten sonra, talebe hocasına verdiği ilk taksidi kâfî sayıp ikinci taksitten vazgeçmesini ister. Bu istek yüzünden ilk dâvâ, hoca ile talebesi arasında gerçekleşir. Duruşmada talebe, hâkimler heyetine “–Ben bu dâvâyı kazansam da kaybetsem de bu parayı vermemem gerekir.” der. Hâkimin “–Neden?” diye sorması üzerine de şu îzahta bulunur “–Dâvâyı kazanırsam, kararınız gereğince; yok eğer kaybedersem, ilk dâvâyı kaybetmiş olduğum için, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince bu parayı vermemem gerekir.” Buna mukâbil, hocası olan filozof da aynı şekilde “–Ben bu dâvâyı kaybetsem de kazansam da bu parayı almam gerekir.” der. Yine hâkimin “–Niçin?” suâline şu karşılığı verir “–Kazanırsam, kararınız gereğince; kaybedersem, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince, parayı almam lâzım. Çünkü ben kaybettiğim takdirde, dâvâyı o kazanmış olacak ve ikinci taksit için gereken şart gerçekleşmiş ve borç doğmuş olacaktır.”[2] Görüldüğü üzere her ikisinin iddiâsı da gâyet aklî ve mantıkîdir. Demek ki akıl ve mantık, bu misalde olduğu gibi, zaman zaman kendi ördüğü duvarların içine kendini hapsedip çıkmaz sokaklara girebilir. Tıpkı bir duvara; “Buraya ilân asmak yasaktır!” diye, kendisi de ilân olan bir levha asarak, kendi kendini tekzip etmek gibi... Buna benzer nice beşerî ihtilâfı bile çözmekte acziyete düşüp kilitlenen aklın, sonsuz ilâhî hakîkatleri bütün yönleriyle kavrayabilmesi, hiç mümkün olabilir mi? Dünyevî bir meselede insanın vaziyeti böyle olursa; vahyin yardımı olmadan bilinemeyecek olan sayısız uhrevî, semâvî, rûhî ve dînî meselede hâli nice olur? Tabiî ki acziyet, zaaf ve noksanlık olur. Dolayısıyla aklın çıkmazlardan kurtuluşu; onun vahiyle terbiye edilmesine ve hudûdunu aşan hakîkatlere karşı, kalben teslîm olmak gerektiğini kavramasına bağlıdır. Meselâ akıl; “kader” ve “rûhun mâhiyeti” gibi mevzularda tıkanmaktadır. İslâm ise, aklın tıkandığı bu gibi hususlarda “teslîmiyet” kanatlarıyla kula ilerleme imkânı sunar. Bu itibarla İslâm âlimleri, aklı vahyin rehberliğinde kullanmanın zarurî olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim Şaʻbî g buyurur “Vallâhi vahye teslîm olmayan aklın kıyaslarına uyacak olursanız; haramı helâl, helâli haram sayarsınız.” Dârimî, Mukaddime, 22/198 İbn-i Sîrîn Hazretleri buyurur “Vahiy hâricindeki aklın kıyâsını ilk kullanan İblisʼtir. İnsanları Güneş’e ve Ay’a tapmaya sevk eden de vahye teslim olmayan bu aklın kıyaslarıdır.” Dârimî, Mukaddime, 22/196 Akl-ı meâş, sadece dünyada tecrübe edilebilen şeyler üzerinde çalışabilir, zanlarda bulunur, tahminler yapar, teoriler geliştirir. Bunların doğru olup olmadığını da çeşitli tecrübelerle/deneylerle test eder. İspatlayabildiklerinin üzerine yeni tezler, teoriler, nazariyeler inşâ eder. Fakat insan, uhrevî ve gaybî hakîkatler sahasında, böyle deneme, tecrübe etme, nazariyeler geliştirme imkânına sahip değildir. Bu hususta akıl, dînin ve vahyin verdiği sahih nakle, yani Kur’ân ve Sünnet’e mutlak sûrette muhtaçtır. Nitekim yarattığı kullarının husûsiyetlerini hiç şüphesiz ki onlardan çok daha iyi bilen Allah Teâlâ, aklın hakîkate ulaşmadaki zaaf ve kifâyetsizliğini telâfi için, insanlık tarihi boyunca -rivâyete göre- küsur peygamber göndermiş, vahyettiği suhuf ve kitaplarla da insanlığı hakîkate ulaştırmak için büyük yardımlarda bulunmuştur. Bu keyfiyet bile, aklın hakka ve hayra ulaşmada tek başına kâfî olmadığını göstermektedir. Akıl bu hususta yeterli bir vâsıta olsaydı, Cenâb-ı Hak insanlığa bunca kitap ve peygamber göndermezdi. Akl-ı Meâd Uhrevî Akıl Bu akıl ise, ilâhî vahye teslim olan, hikmete râm olan, Rabbi karşısında haddini bilen, nefsin hizmetine girmeyen, hevâ ve heveslerine esir olmayan akıldır. Hadîs-i şerîfte buyrulur “Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan hayır umandır.” Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31 Kur’ân-ı Kerîm, bu uhrevî aklı medhetmiştir. İnsanlara; اَفَلَا تَعْقِلُونَ “...Akletmez misiniz?” el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-Arâf, 169... اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “...Hiç düşünmez misiniz?” el-Enâm, 50 buyurur. Bu îkazlar, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini ifade eden âyet-i kerîmelerin sonlarında yer almaktadır. Yine birçok hakîkati; “Bunu ancak akl-ı selîm sahipleri anlar.” “Bunda akleden bir topluluk için ibretler ve işaretler vardır.” gibi ifadelerle beyan eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’daki kavlî, kâinattaki kevnî âyetlerinde sergilediği sayısız kudret ve azamet tezâhürlerine rağmen İslâmʼdan ve îmandan uzak kalma dalâleti, ateizme ve deizme kayma gafleti, ancak dehşetli bir akıl tutulmasıyla îzah edilebilir.[3] Şu âyetlerde ise, ehl-i küfrün akıllarının hakîkate ulaşmadaki kifâyetsizliği ifade edilmiştir “Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakîkat bakımından bir şey ifade etmez. Onun için Sen Bizʼi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz ki Senʼin Rabbin, evet O, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidâyette olanı da çok iyi bilir.” en-Necm, 27-30 Âyet-i kerîmelerde ifade edildiği üzere, meleklerin mâhiyeti ve âhiret âlemi, vahiyden mahrum bir aklın en derin tefekkür ve mütâlaalarla bile herhangi bir bilgi elde edemeyeceği bir sahadır. Çünkü melekler ve âhiret, gayb âlemine âittirler. Akıl ise gayba âit meselelerde tam bir acziyete mahkûmdur ve vahye teslîm olmak mecburiyetindedir. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de medhettiği akıl, dînî ve uhrevî akıldır. Yine âyet-i kerîmelerde buyrulur “...İnsanların çoğu bilmezler. Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gâfildirler. Kendi kendilerine, Allâh’ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rabʼlerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler.” er-Rûm, 6-8 Yani dünyadan birtakım zâhirî bilgilere sahip olan, fakat âhireti düşünmeyen, yaratılış gâyesini tefekkür etmeyen kişiler, Allah katında; aklı ermeyen, câhil, nâdan ve gâfil kimselerdir. Dînimizde temel seviyede bile olsa akıl sahibi olmak ve bülûğa ermek, mükellefiyetin iki zarûrî şartıdır. Çocuklar ve mecnunlar, şerîatin yani dînî sorumlulukların muhâtabı değildirler. İlâhî tâlimatlardaki hikmet ve illetlerin birçoğu, akıl tarafından idrâk edilebilir, yani “mâkul”dür. Meselâ alkolün niçin haram olduğunu selîm bir akıl, kolayca idrâk eder. Çünkü sarhoşluk, aklı devre dışı bırakarak insanın davranışları üzerindeki kontrolünü gidermekte ve ahlâksızlık, düşmanlık, kendine ve başkalarına zarar veren işler yapmasına sebebiyet vermektedir. Yine zinânın niçin haram olduğunu, selîm bir akıl idrâk eder. Zira zinâ; aileyi, nesli, nesebi, toplumu ve neticede insanlığı perişan eden çirkin bir yoldur. İslâmî hükümlerin mâkul oluşu, yani hedeflenen faydanın ve giderilmek istenen zararın anlaşılabilir oluşu, bir dereceye kadardır. Meselâ akıl, namazın insanın rûhâniyetini tazelemek noktasındaki faydasını idrâk edebilir. Fakat niçin 5 vakit olduğunu veya sabah namazının farzının niçin 2 rekât olduğunu, orucun niçin başka bir ayda değil de Ramazan’da farz olduğunu, sebep-netice irtibatı gibi bir bağ içinde idrâk edemez. Bu sebeple dînin hükümlerine -hikmetini idrâk edemese de- teslîm olur. İnanç esaslarına da selîm akıl zâviyesinden bakıldığında, hiçbir zaman akıl dışı olmadıkları görülür. Meselâ kâinatta “tek bir ilâh”ın var olması, aklın da mantıklı bulup tasdik edeceği bir neticedir. Zira birden fazla ilâhın varlığı; aralarında güç mücadelesine, bu da fesâda sebebiyet verirdi.[4] Hâlbuki kâinatta son derece hassas bir nizâmın âhenkli bir sûrette işleyişine şâhit olmaktayız. Faraza, birden fazla ilâhın aralarında anlaşması ihtimali ise, ulûhiyetin mâhiyetine uymayan tâvizler verdikleri mânâsına gelirdi ki, bu da mâkul değildir. Yine Yaratıcı’nın insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi de mâkuldür ve akıl dışı değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur “İçlerinden bir adama; –İnsanları uyar ve îman edenlere Rabʼleri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!» diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler –Bu elbette apaçık bir sihirbazdır!» dediler?” Yûnus, 2 Nitekim müşrikler, Mîrâc gibi akıl üstü bir hâdise gerçekleştiğinde, hemen Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’e koştular. Zira aklına, zekâsına, bilgi ve tecrübesine îtimâd ettikleri Ebû Bekir Efendimiz’i kendilerince bu “akıl dışı” hâdise sebebiyle îmandan döndürebileceklerini zannetmişlerdi. Bu gaflet şaşkınlığı içinde “−Sen hâlâ O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise “−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi. Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve “–Sadakte doğru söyledin, yâ Rasûlâllah!..” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekir’e “–Ebû Bekir! Sen Sıddîk»sın!..” buyurdu. İbn-i Hişâm, II, 5 Yine “âhiretin varlığı” da aslâ akla muhâlif değildir. Hattâ bu dünyada işlenen sâlih amellerin mükâfatının, günahların da cezâlarının verilmesi için bir âhiret hayatının varlığı, aklen de gereklidir. Basit ve cüz’î akıl, dünyevî tecrübeleri ışığında, ölülerin dirileceğini kabul etmez. Bunu imkânsız görür. Aslında bu, dünyada, insanların elinde ölüleri diriltme imkânının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim fânîliğe isyan hâlindeki insanoğlu “âb-ı hayat, ölümsüzlük iksiri” gibi şeylerin peşinden koşmuş, fakat hiçbir zaman dünyada fânîlik hükmünün dışına çıkamamıştır. Geniş bir zâviyeden bakılırsa, bir canlıyı ilk kez yaratıp ona can verenin, onu tekrar yaratıp yeniden can verebileceğini de kabul etmek gerekir. Yani “baʻsü baʻde’l-mevt / ölümden sonra diriliş” hakîkati de mâkuldür, akla aykırı değildir. Lâkin Cenâb-ı Hak bunu nasıl yapacaktır? İşte dünyevî intibâlarla düşünen bir akıl, bu noktayı kavrayamaz. Çünkü sonsuz ve sınırsız bir kudreti, mahdut ve noksan bir kudretin idrâk ve ihâta edebilmesi mümkün değildir. Mûcizelerin varlığı da böyledir. İnsan, sadece fizik kanunlarına uyan varlık ve hâdiselere şahitlik ettiği için, bu kanunların dışındaki bir oluşu, gayr-i aklî görür. Fakat her şey Allâh’ın kudreti dâhilindedir. Cenâb-ı Hak, peygamberlerini tasdik ve te’yid etmek için bu mûcizeleri yaratır ki, bu da mâkul bir esbâb-ı mûcibedir. Burada şu inceliğin de farkına varmak gerekir Mantık, aklı hatâya düşmekten korumak için geliştirilmiş bir ilimdir. Aklın doğru çalışma prensiplerini göstermeyi hedefler. İmâm Gazâlî’den itibâren kelâm âlimleri mantık ilmini tahsil etmiş ve İslâmî ilimlerde tatbik etmişlerdir. Mantık ilmine göre, “aklen muhâl”, yani “imkânsız” denilen bir hüküm vardır. Dinde ise “aklen muhâl” olan hiçbir şey yoktur. Cenâb-ı Hak için imkânsız diye bir şey olmadığı için, din de muhâli reddeder. Fakat din düşmanları kelime oyunları yaparak; “–Allâh’ın her şeye gücü yeter diyorsunuz. Allah kendisi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?” derler.[5] Hâlbuki bu, aklen muhâldir. Kelâm ilminde bu husus, “Allah muhâlden râzı değildir.” diye formüle edilmiştir. Bir de “âdeten imkânsız” vardır. Yani bir şeyin olağan, tabiî ve normal olmamasıdır. Meselâ, bir insanın bir aylık mesafeyi, bir günde veya birkaç saatte katetmesi, âdeten imkânsız idi. Hazret-i Süleyman ise, kendisine lûtfedilen ilim ve mûcizelerle buna güç yetirebiliyordu. Günümüzde de bilim ve teknik; uçak, hızlı tren gibi vasıtaları îcat etmiştir. Eskiden bir ayda gidilen mesafeler, artık birkaç saatte gidilir hâle gelmiştir. Yani eskiden hârikulâde/olağanüstü görülen bir şey, günümüzde alelâde/olağan hâle gelmiştir. Dolayısıyla, yegâne hak dîn olan İslâm’ın muhtevâsında “akıl üstü” hakîkatler vardır, fakat “akıl dışı” hiçbir şey yoktur. Bu mânâda, bâtıl ve muharref dinlerde, akıl dışı hurâfeler, mantık kabul etmez uydurma mitolojiler, efsaneler vs. vardır. Meselâ muharref Tevrât’ta, Yâkub -aleyhisselâm-’ın, Tanrı Yahova ile olan mücâdelesine yer verilmektedir ki, bu da hayli câlib-i dikkat bir hâdisedir. Buna göre, âile efrâdıyla birlikte Hazret-i Yâkûb, dayısının yanından Kenan diyârına dönerken çölde bir adamla karşılaşır ve tan yeri ağarıncaya kadar onunla güreşir. Yâkub -aleyhisselâm- “–Bırak gideyim!” dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Yâkub -aleyhisselâm-’a “–Artık sana Yâkub değil, İsrâîl yahûdîlere göre Tanrı ile güreşen denecek. Çünkü sen, Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin!” der. Tekvîn, 32/22-32 Tevrat’taki; “Tanrı, âdeta bir insan şeklinde tecessüm ederek Yâkub -aleyhisselâm- ile güreş yaptı.” ifadeleri, açıkça antropomorfik bir akîde sergiler. Bu ise, tevhidden bütünüyle uzak, kemâl sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sahip bir Allah inancının ifadesidir. Antropomorfizm, Tanrı’yı insan veya yaratılmış bazı varlıklara benzer şekillerde tarif eden bir inançtır. Tevhid dinlerinde ise “müteâl” yani bütün âlemlerden müstağnî, beşerî zaaflardan münezzeh ve idrâk ötesi mükemmelikte bir Allah inancı vardır. Bu inanç, insan zihnini maddeden uzaklaştırarak mücerred mânâlara yönlendirir, maddenin hudutlarını aşan, sınırsız ve sonsuz mânevî hakîkatleri kavratmaya çalışır. Fakat insan zihni bu mertebeye ulaşma yerine kolaya kaçarak evvelâ Allâh’ı kendi dünya boyutları ve intibâları içinde -hâşâ- cisimlendirme ve yaratılmış varlıklara benzetme hatâsına düşer. İnsanlığın putçuluğa sapmasının en mühim âmili de bu olmuştur. Buna benzer bir düşünce Hinduizm’de de vardır. Orada da Tanrı bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç, Hinduizm’de “Tanrı’nın Avatarası” olarak ifade edilmektedir. Yahudî din adamları, Eski Ahid’de yer alan bu tür kıssaları, farklı şekillerde yorumlamaya çalışmışlardır. Nitekim bu hâdise, Tevrat tefsirlerinde; “Yâkub’un güreştiği kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek te’vil edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer de yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da mâkul bir te’vili mümkün değildir. Meselâ Hristiyanlık’ta da, Yaratıcı Tanrıʼnın aynı zamanda Îsâ ile bedenlendiği, sonra da onun insanlık için kendini kurban ettiği şeklinde akıl dışı bir inanış vardır. Matta ve Markos’a göre Hazret-i Îsâ çarmıha gerildiği sırada “–Allâh’ım, Allâh’ım! Niye beni terk ettin?”[6] demiştir ki, bu ifade, bir peygamberin söyleyebileceği bir söz olamaz. Çünkü bu bir nevi Allâh’a karşı bir isyan, îtiraz ve şikâyet ifadesidir. Üstelik bu durum, hristiyanların iddiâ ettiği gibi Hazret-i Îsâ’nın insanlığın günahlarına keffâret olmak üzere kendini kurbân ettiği düşüncesiyle de çelişmektedir. Ayrıca Hazret-i Îsâ’ya hem ilâhlık izâfe edip hem de ondan böyle bir acziyet ifadesinin sâdır olabileceğini kabul etmek de akıl ve mantık dışı bir durumdur. Hâlbuki Îsâ -aleyhisselâm-, bir beşerdir ve bir peygamberdir. Meselenin bu gerçek şekli akla da uygundur. Fakat beşer müdâhalesiyle tahrif edilmiş Hristiyanlık’taki Hazret-i Îsâ telâkkîsi, akla da mantığa da terstir. Zira Allâh’ın hem kendi Zâtʼında hem de bir başka canlıda ayrı ayrı Zât tecellîsinin olması akla aykırıdır. Fakat sıfat tecellîsi mâkuldür. Bir peygamberin sözlerinde ve fiillerinde, Allâh’ın “Hâdî” isminin yoğun tecellîleri vardır. Fakat bu, hulûl yani “enkarnasyon / rûhun bedenlenmesi” demek değildir. İslâm’da haram olan ve insanı sarhoş edip aklı devre dışı bıraktığı için pek çok günah ve kötülüklerin anası sayılan şarap içmek, bugünkü Hristiyanlık’ta bir tür ibadet hâline getirilmiştir. Hristiyanlar, Îsâ -aleyhisselâm-’ın son gece yediği yemeği sembolize etmek üzere, ekmeği ufalayıp üstüne şarap dökerek yerler. “İşâ-i Rabbânî” dedikleri bu âdetlerine göre güyâ ekmek, Hazret-i Îsâ’nın etini; şarap da kanını temsil etmektedir. Bunları yiyerek Hazret-i Îsâ ile bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Evharistiya olarak da bilinen bu âyin, vaftizden sonra gelen en önemli ibadetleridir. Önceleri senede bir defa yapılırken, sonradan her hafta yapılmaya başlanmış ve Hristiyanlığın bir akîdesi hâline gelmiştir. Yine ilk asırlarda Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın insan mı, tanrı mı olduğu hususu konsillerde tartışılmış ve kendi akıllarınca hükme bağlanmıştır. Yani bu mantık dışı hususları akîde hâline getirenler, yine insanlardır. Günümüzde birçok papaz, bu aklî çelişkileri cevaplamakla karşı karşıya kalınca; “–Biz sorgulamadan inanıyoruz!” diyerek, aklı kullanmaktan kaçınırlar. Dînî sahada, bu gibi beşerî müdâhalelerden doğan hurâfeleri teslîmiyetle kabullenmek, elbette doğru olmaz. Bu sebeple İslâm’daki teslîmiyet, Kur’ân ve sahih Sünnet çerçevesindedir. Âlimlerin, müçtehidlerin kendi görüşleri, sorgusuz suâlsiz kabul edilmez. Onlar yine şer’î usul çerçevesinde, tenkide tâbî tutulabilir. Ancak onların görüşleri, şer’î naslara istinâd ediyorsa, bu istidlâlleri de doğru ve sâbit ise, o görüşlere ancak daha güçlü bir şer’î görüş varsa îtiraz edilebilir. Dipnotlar [1] Kadir Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 268, dipnot 303. [2] Bkz. K. Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 267-268; N. F. Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 22-23. [3] Bu hususlarda daha tafsîlatlı mâlumat için Aklın Cinneti Deizm adlı kitabımıza bakılabilir. [4] Bkz. el-Enbiyâ, 22. [5] Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatlarından biri de “muhâlefetün li’l-havâdis” yani yarattıklarına benzememektir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın kendisi gibi bir ilâh yaratması, O’nun bu zâtî sıfatıyla tezat teşkil eder. Ayrıca âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…” el-Enbiyâ, 22 Zira Allah Teâlâ, “Kibriyâ” sıfatına sahiptir. -Hâşâ- birden fazla ilâh olsaydı, aralarında nizâ/anlaşmazlık zuhur eder ve kâinâtın düzeni yok olurdu. Dolayısıyla Allâh’ın kendisi gibi bir başka ilâh yaratıp yaratamayacağı suâli, aklen muhâldir. [6] Matta, 27/46; Markos, 15/34. Kaynak Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları, İslam ve İhsan İslamın anlamı nedir? sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir. İslamın anlamı nedir Terim Anlamı olarak söylersek Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur. İslam’ın Mahiyeti İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. bk. En’am, 162 ve Nisa, 65 İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır. Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır. İslam, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” Al-i İmran, 3/83 Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali ra’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslam, imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri dinleri benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin teslimiyetin geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir. İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur. İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar “Sana bu kitabı Kur’an’ı her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.” Nahl, 16/89 ve yine 111 Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar. Peygamberimiz İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir “İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3 Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden… söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır. Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. Müeyyide Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir. Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam; inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir. İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam hükümler, akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür. İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. Cahiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir. İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” Maide, 5/50 Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet’ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti. İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” Nisa, 4/48 Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bakara, 2/85 Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir. İslam Dini’nin Gayesi İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir. İslam Dini’nin Hükümleri İslam Dininin hükümleri dört kısımdır. a İman İtikadi hükümler İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur. b Amel Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi. c Ahlak Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme… gibi. d Hukuk Muamelât, Ukubat İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir. İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır. İslam’ın Genel Özellikleri 1 Rabbanîlik Rabba ait olmak, ilahî olmak İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir. 2 İnsanîlik İnsan fıtratına uygunluk Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir. 3 Kapsamlılık ve evrensellik İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir. 4 Vasatlık ve denge İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat adalet ve denge unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya – ahiret, madde – mana, zengin – fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler. 5 Açıklık ve netlik İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz. 6 Halis din Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir. 7 Tevhid İslam, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez. 8 Tüm peygamberleri tasdik Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir. 9 Egemenlik Allah’ın Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur. 10 Sağlam kaynak İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır. 11 Evrenle uyum Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz. 12 Tek toplum ümmet oluşturur İslam, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum ümmet oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri harekete geçiren özellikleri kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz… gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir. 13 Kolaylık ve müjde İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam, insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler. 14 Akla ve ilme önem verir İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir. 15 İnsan hakları Hiç bir düzende dinde görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır a. Din emniyeti İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır. b. Nefis can emniyeti İslam, yaşama hakkını temin eder. c. Akıl emniyeti İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır. d. Nesil emniyeti Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar. e. Mal emniyeti İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır. Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı… eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın – erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez. İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi a İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır bk. Bakara, 130 – 133. İnsanlık dünyaya peygamberle Hz. Adem’le gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla hukuklarla göndermesine rağmen; itikat inanç her peygamberde aynı olmuştur. b Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir. c Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini şeriatlarını nesh edip ortadan şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed şeriatıdır. d İslam dini, Hz. Muhammed önce Allah tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder. İslâm Hakkında Birkaç Ayet “Allah katında gerçek din islam’dır.” Al-i İmran, 3/19 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan bu din asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” Al-i İmran, 3/85 “Kim nefsini tümüyle Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” Lokman, 31/22 “ Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum…” Maide, 5/3 İslam’ın Rükûnları İslam’ın rükûnları temelleri beştir Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak… Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını temel ilkelerini ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir. Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel davranış iki özellik taşır Biri, İslam şeriatına uygun olması, ikincisi; niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın…” Kehf, 18/110 Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin tevhidin manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır zarar görecektir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” Asr, 103/1-3 Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9. Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. bk. Al-i İmran, 3/85 Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur. Bu amel-i salihin başında dar anlamıyla ibadetler gelir. İbadetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir. İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir. Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim Rum, 31; Bakara, 1-3, 153 ve 238; Nisa, 103; 142; Ankebut, 45 … Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır. Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak… gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir. İslam’ın Tebliği İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Al-i İmran, 3/104 ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir. İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak… İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir. İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur. Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder. Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed Allah’ın rasülüdür.” Fetih, 48/29 İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur. İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” Al-i İmran, 3/110. “İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid örnek olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye…” Bakara, 2/143sorularlaislamiyet

vahye teslim olmak ne demek